2020 yılında koronavirüs salgını dünyaya ilim ve bilime olan gereksinimin önemini tekrar hatırlattı. Her şeyi yeniden düşünüp geçmişten ders almanın tam zamanı.

Bundan tam bir yıl önce, Köy Enstitülerinin kuruluşunun 79. yıldönümü etkinliği, eğitimci-müfettiş Mehmet Ayhan’ın girişimi ile Pembe Köşk’te yapıldı.

“Atomu parçalamaktan zor olan halkın aydınlatılmasını ve geliştirilmesini amaçlayan bu kurumların yaşama geçirilmesinde, eğitime, sanata yönelik tutum ve davranışıyla birinci derecede yetkili ve etkili İkinci Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü’nün bıraktığı canlı kültür ortamında, yaşadığı evde ve piyanosu başında, ona saygı ve şükranlarımızı sunmak içindir” diye açıklamıştı günün programını Ayhan. 80. yılda buluşmak üzere sözleşirken, dünyayı kasıp kavuracak bir virüsün tüm yaşamları vuracağını kimse bilmiyordu.

Halk imecesi katkısı

1939 yılının son günlerinde, Türkiye yine büyük bir doğal felaket yaşamıştı. Erzincan depreminde 16 bin can kaybı vardı. Diğer yandan dünya yeni bir büyük savaşın içine girmişti. 17 Nisan 1940 Çarşamba günü, 429 kişilik TBMM’den 287 milletvekilinin oyları ile kabul edilen 3803 sayılı Köy Enstitüleri yasası bu zor koşullarda hazırlanmıştı.

Atatürk’ün direktifleri ile köylere hizmet götürmek için 1936’da başlatılan Köy Enstitüleri hareketi, ülkenin o günkü gerçeklerinden ve gereksinmelerinden yola çıkılarak, kendi yönetici ve eğitimcilerimizce, öğretmen öğrenci katılımı ve halk imecesi katkısıyla, kalkınmayı ve demokratikleşmeyi destekleyici yerli bir eğitim düzenlemesiydi. Yasa tasarısı İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç ve Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’in gayretleriyle hazırlanmış, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün büyük desteği ile güç kazanmıştı. Tonguç, “Onun konuyu benimsemesi, desteklemesi, siyasal ağırlığını koyması, tarihsel bir önem taşıyordu. Bu olmadan Köy Enstitülerini, ilköğretim atılımını gerçekleştirmek söz konusu olamazdı” diyordu. Erdal İnönü, “babasının Köy Enstitüsü raporunu günlerce yanında taşıdığını, tekrar tekrar incelediğini” anlatacaktı.

‘Kamuoyunda bir değer’

“İyi niyetli, maksadı belli olan bir eğitim yasasına kimsenin karşı çıkmayacağını sanmıştım. Ama akşam sofrada Yücel’den duyduk ki bazı milletvekilleri yasanın uygulama planına itirazlar yöneltmişler. Bu eleştirileri değerlendirirken Yücel’in de babamın da vardıkları ortak kanı, bu itirazları yapanların aslında büyük bir vatandaş kitlesinin okumasını, aydınlanmasını istemedikleri şeklinde idi. ‘Asıl engel yine aydınlardan geliyor’ demişti babam ve ben bu söze çok şaşırmıştım. ‘Aydın olur da halkının iyiliğini istemez mi?’ diye içimden geçirdiğimi hatırlıyorum. Sonradan çıkar çatışmalarının çeşitli etkilerini gördükçe bu şaşkınlığım geçti ve eğitimcilerimizin hangi zorluklarla karşı karşıya olduğunu daha iyi anladım” diye yazacaktı yıllar sonra anılarında.

İnönü, tarihten edindiği deneyimlerle, sürecin ne kadar acil olduğunu görüyordu. İki yıl sonra Tonguç’a: “Köy Enstitülerinin sayısı neden 25’e kadar çıkarılıp orada kalacak?” diye sordu. “Enstitü sayısını 60’a çıkarmak gereklidir. Buralarda bir kısım öğrenciler tarımcı olarak yetiştirilmelidir. Para sorunu diye bir şey ileri sürme” dedi ve en çok önem verdiği konuyu belirtti: “Köy kızlarını, köy kadınını işte bu feci durumdan kurtarmak için haysiyetli insanlar olarak yetiştirmemiz lazım. Bu kızları çok tutacağız gerekirse. Cumhuriyet kızları gibi özel bir ad vererek onları kamuoyunda bir değer durumuna sokmaya çalışacağız.”

‘Bir iz, bir söz’

Cumhurbaşkanı İnönü, özellikle Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ne eşi Mevhibe Hanım ve kızı Özden’le birlikte gidiyordu. “İnönü’nün konukluğu, enstitülere büyük bir zenginlik katar, gittiği her enstitüde bir iz, bir söz bırakırdı. Bu zengin görünümün bir yanı, devletçe bize önem verildiğini yansıtan bir güven yaratmasıydı. Bunu duyumsamak biz öğrencilerin yurt ve ulus sevgimizi kamçılar, gururlanırdık” diye anlatıyor Aksu ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü mezunu Pakize Türkoğlu. “O yıllarda gerek İnönü’nün, gerek öteki büyük adamların eşlerinin hali tavrı da başkaydı. Bu bizim çok ilgimizi çekerdi kız öğrenciler olarak. Giyim kuşamlarında bile başkalık vardı. Devlet büyüğü eşi olduklarını yansıtan bir tavır içinde olurlar, şapkalarıyla, taranmış açık başlarıyla eşlerinin yanında saygıyla yer alırlardı.

Özellikle Mevhibe Hanım, modernlikle kendi kültürümüzün bireşimini kişiliğinde olduğu kadar, giyim kuşamıyla da yansıtan bir örnekti. Eğitmenler, öğretmenler, öğrenciler enstitülerde canla başla, şevkle çalışıyorlardı. O günleri unutmadılar: “Genç, yaşlı, kadın ve erkek profesörlerin, doçentlerin, ses telleri kıymetli şan ustalarının, piyanistlerin, tiyatrocuların, bilim kültür ve sanat insanlarının, değerli eğitimcilerin, karda kışta, Hasanoğlan kırına nasıl koştuklarını hâlâ konuşuruz arkadaşlarımızla.” Hasan Âli Yücel, Cumhuriyet tarihinin görevde en uzun süre kalan Milli Eğitim Bakanı oldu (1938-1946). İsmail Hakkı Tonguç, 11 yıl boyunca bütün Türkiye’yi gezdi.

En büyük pişmanlığının, İnönü’nün enstitülerin çoğaltılması ve tarımcı yetiştirilmesi konusundaki beklentisini karşılayamamak olduğunu söyleyecekti: “Bir süre sonra, Yücel’le birlikte, İnönü’ye işin ne yazık ki olamayacağını bildirmek zorunda kaldık. İnönü’nün yanıtını yaşamım boyunca unutmadım: İleride çok pişman olacaksınız. Savaştan sonra bu işlerin hiçbirini bize yaptırmayacaklardır. En önemli olanağı kaçırıyorsunuz!”

İlk kurban Köy Enstitüleri

Sıcak savaş bitmiş, Soğuk Savaş başlamıştı. CHP içindeki fikir ayrılıkları özellikle Toprak Reformu görüşmelerinde belirginleşmişti. Bu sıralarda Stalin liderliğindeki Sovyet Rusya’nın Boğazlar üzerinde egemenlik hakkı istemesi ve doğu sınırımızdan toprak talepleri eğitim çabalarının sürdürülebilmesi için gerekli ortamı değiştirmişti. Erdal İnönü’ye göre: “Köy okullarının yapımında köylülerin bazı yerlerde zorla çalıştırılmış olmaları, Köy Enstitülerinde verilen kültürün evrensel ve hümanist karakterinin yadırganması, solculuk hatta komünistlik suçlamaları, hepsi bir araya gelince çok partili rejimin ilk kurbanlarından biri Köy Enstitüleri oldu.”

Ders alma zamanı

İsmet İnönü de, yıllar sonra, gazeteci Mustafa Ekmekçi’ye, “Cumhuriyetin eserleri içinde en kıymetlisi ve sevgilisi” diye nitelediği Köy Enstitüleri konusunda şunları söylemişti: “Ben Köy Enstitüsü düşününe inanmışımdır. İnanmış bir insan, sonuna kadar bunu yürütür; idealizmde, felsefede bu böyledir ama ben politikacıyım, uygulayıcıyım. Ben gücüme göre, gücümün var olduğu yerde, gücümü gösterebilirim. Ben dâhi değilim, gücümle, deneyimimle, ülke çıkarlarını en üst düzeyde tutarak sorunlara çözüm bulurum.

Köy Enstitüsü konusu da böyle olmuştur. Benim gücüm o zaman nereden geliyordu? Partiden, parti meclis grubundan. Bu konuda, tüm organlarda gücümü yitirmiştim. Ordunun üst kademesinde de huzursuzluk başlamış, onun için bir süre, bu konuda en çok saldırıya uğrayan, Yücel’le Tonguç’u, onların da gönlünü alarak, bir süre için bu şimşekleri bu olay üzerinden uzaklaştırmak istedim. Fakat sonradan demokratik hareketler de başlatılınca, olaylar öyle gelişti ki, kendi akımında yürüdü ve bir an geldi ki artık Köy Enstitülerini eski gücüyle, eski ruhuyla sürdürmek olanakları benim elimden çıktı. Bugün, şimdi yeniden bu kurumları, daha gelişmiş, aradan geçen zaman içinde, daha bugüne uygun bir biçimde kurmak için hep birlikte çalışacağız.” Kim bilir, belki de o gün gelmiştir! 2020 yılında koronavirüs salgını dünyaya ilim ve bilime olan gereksinimin önemini tekrar hatırlattı. Her şeyi yeniden düşünüp geçmişten ders almanın tam zamanı.

Gülsün Bilgehan

İnönü Vakfı Başkan Yardımcısı

Cumhuriyet Gazetesi – 18 Nisan 2020